34. İstanbul Film Festivali’ne Sayılı Günler Kaldı Festivalin Yıldızları Akbank Galaları’nda Buluşuyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından on birinci kez AKBANK sponsorluğunda düzenlenen 34. İstanbul Film Festivali 4-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festivalin yıldızları, bu yıl da Akbank Galaları’nda buluşuyor.

İstanbul Film Festivali’nin en sevilen bölümlerinden Akbank Galaları’nda, yıldızları usta yönetmenlerle buluşturan ve sezonun merakla beklenen 14 filminin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleştirilecek. Akbank Galaları’nda bu yıl usta yönetmenler Paul Thomas Anderson ve François Ozon’un son filmlerinden Jafar Panahi’nin Berlin’de Altın Ayı kazanan filmi Taxi’ye, modanın dev ismi Yves Saint Laurent’in hayatından dokuz ünlü yönetmenin kısa filmlerinden oluşan Words with Gods’a kadar birbirinden ilginç, ödüllü ve dikkat çekici yapımlar yer alıyor.

Paul Thomas Anderson – Inherent Vice

Amerika Sineması’nın en heyecan verici yönetmenlerinden Paul Thomas Anderson’ın merakla beklenen yeni filmi Inherent Vice, eski kız arkadaşının da karıştığı bir komployu araştırmaya başlayan özel dedektif Larry “Doc” Sportello’nun hikâyesini anlatıyor. En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kostüm dallarında Oscar’a aday olan filmin oyuncu kadrosu yıldızlarla dolu: Yönetmen Anderson’ın fetiş oyuncusu Joaquin Phoenix, Josh Brolin, Owen Wilson, Katherine Waterston, Reese Witherspoon ve Benicio del Toro. Inherent Vice, Amerikan Edebiyatı’nın en esrarengiz ve zor yazarlarından biri olan Thomas Pynchon’ın aynı adlı romanından uyarlandı.

Guillermo Arriaga, Emir Kusturica, Amos Gitai, Mira Nair, Warwick Thornton, Hector Babenco, Bahman Ghobadi, Hideo Nakata, Álex de la Iglesia – Words with Gods

Farklı coğrafya ve inanç sistemlerinden 9 ünlü yönetmenin bir araya gelerek yaptıkları Words with Gods, inanç ve inançsızlık üzerine bir film. Farklı coğrafyalardan gelen tanınmış yönetmen kadrosuyla ateizmden Hinduizm’e, İslam’dan Budizm’e kadar uzanan bir yelpazede her yönetmen kendi kültürüne yakın duran inanç sistemi üzerinden bir hikâye anlatıyor. Kendi bölümünde Yılmaz Erdoğan’la birlikte çalışan Bahman Ghobadi de festivalde aramızda olacak.

Noah Baumbach – While We’re Young

Yine bir ilişkiler komedisi, yine hayranlık uyandırıcı bir oyuncu kadrosu: Beastie Boys’dan Ad-Rock (Adam Horowitz), Girls dizisinden tanıdığımız (ve festival programından Hungry Hearts’taki performansıyla Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan) Adam Driver, Amanda Seyrfried ve Naomi Watts ile Ben Stiller. İlk kez Toronto Film Festivali’nde Özel Gösterimler bölümünde izleyici karşısına çıkan While We Were Young, Baumbach’ın 2012’de çektiği ve gönülleri kazanan “tatlı kaybeden” Frances Ha’dan sonraki ilk filmi. Mart ayında Amerika’da gösterime giren While We Were Young, kırklı yaşlarını süren New York’lu bir evli çifti izliyor.

Bertrand Bonello – Saint Laurent

Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve 11 dalda César adaylığından En İyi Kostüm ödülünü kazanan Saint Laurent’nin yönetmenliğini Bertrand Bonello üstlenirken, Bonello’ya senaryoda, iki filmi ile César ödülü kazanmış Thomas Bidegain eşlik ediyor. Konusuna uygun şekilde göz alıcı bir görselliğe sahip olan film, Adını aldığı moda dehası Yves Sain Laurent’a sadece bir tasarımcı değil, bir sanatçı olarak yaklaşıyor. Gaspard Ulliel ünlü modacıyı canlandırırken Jérémie Renier, Louis Garrel ve Léa Seydoux da filmde rol alıyor. Oyuncu kadrosundaki ünlü isimlerin cazibesi bir yana, Saint Laurent’ın yaşlılığını canlandıran Helmut Berger özellikle dikkat çekiyor.

J.C. Chandor – A Most Violent Year

A Margin Call ve All is Lost ile tanıdığımız J.C. Chandor’un son filmi A Most Violent Year, New York tarihinde suç oranın zirveyi çıktığı 1981 yılının kış aylarında geçen bir gerilim filmi. Filmde başrolü Inside Llewyn Davis’in bahtsız ve basiretsiz müzisyeni Oscar Isaac üstleniyor. ABD Ulusal Eleştiri Kurulu’nun En İyi Film, Oscar Isaac’e En İyi Erkek Oyuncu ve Jessica Chastain’e En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü verdiği A Most Violent Year, Sydney Lumet’nin politik gerilimleriyle sık sık karşılaştırılıyor. Variety dergisinin “Zamansız bir klasik” sözleriyle övdüğü, temposunu sonradan

kazanan bu suç gerilimi, Amerikan Rüyası’nın kendi ahlaki ilkelerinden taviz vermeden gerçekleştirmeye çalışan bir göçmenin haksızlık ve rekabetle baş etmesini izliyor.

Stephen Daldry – Trash

Üç kez Oscar’a aday gösterilen yönetmen Stephen Daldry Roma Film Festivali’nde Büyük Ödül kazanan yeni filmi Trash’le festivalde. Billy Elliot, The Hours / Saatler ve The Reader / Okuyucu gibi filmleriyle hem eleştirmenlerin hem de seyircinin gözdesi Daldry, Trash’te Brezilya’nın arka sokaklarında çocukların bir çöp kutusunda buldukları bir servetin ardından yaşananları anlatıyor.

Andrew Haigh – 45 Years

Bir önceki filmi Weekend ile birçok ödül kazanan Andrew Haigh’ın yeni filmi 45 Years, David Constantine’in kısa hikâyesinden uyarlanmış. İngiliz sinemasının iki usta ismi Charlotte Rampling ve Tom Courtenay, filmdeki performanslarıyla En İyi Erkek ve En İyi Kadın Oyuncu Gümüş Ayı ödülü kazandı. Evliliklerinin 45. yılını kutlamaya hazırlanan çiftin aldığı bir mektup, evliliklerinde yeni bir dönem başlamasına neden olacaktır.

Oliver Hirschbiegel – 13 Minutes

Nazi Almanya’sında yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkan 13 Minutes, Hitler’e suikast girişiminde bulunan direnişçi Georg Elser’in portresini beyaz perdeye taşıyor. 13 dakikası daha olsa suikast girişimi başarıya ulaşıp dünyanın kaderini değiştirebilecek George Elser’in hikâyesine odaklanan film, Elser’in doğduğu kasabaya Nasyonal Sosyalizm’in geldiği yıllardan savaşta son günlerini geçirdiği ve öldürüldüğü Dachau Toplama Kampı’ndaki yıllarına uzanan bir yaşamı anlatıyor. Haneke’nin White Ribbon / Beyaz Bant filminden tanıdığımız Christian Friedel’in Georg Elster’i canlandırdığı filmin yönetmen koltuğunda yine Nazi imparatorluğunun son günlerini mercek altına alan ve büyük ses getiren Downfall / Çöküş filminin de yönetmeni olan Oliver Hirschbiegel oturuyor.

Tommy Lee Jones – The Homesman

Hollywood’un en gözde oyuncularından oluşan kadrosuyla Cannes’da prömiyerini gerçekleştiren The Homesman, Oscar’lı aktör Tommy Lee Jones’un The Three Burials of Melquiades Estrada / Üç Defin filminden sonraki ikinci yönetmenliği. Glendon Swarthout’un aynı isimli romanından uyarlanan film 1850’lerde Amerika’nın orta batısındaki öncü yerleşimcilerin zorlu yaşam koşullarını anlatıyor. Filmin başrollerinde Hilary Swank, Grace Gummer, Miranda Otto ve Tommy Lee Jones var. Mary Bee’yi oynayan Hilary Swank, film için “feminist bir western” dediğinin de altını çizmek gerek.

Terrence Malick – Knight of Cups

Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan, büyük yönetmen Terrence Malick’in son filmi Knight of Cups, Christian Bale’in canlandırdığı bir Hollywood senaristinin başarı, şöhret ve boşluk arasında gidip gelen dünyasında varoluşunu sorgulayarak anlam aramasını anlatıyor. Natalie Portman, Cate Blanchett, Antonio Banderas, Freida Pinto, Imogen Poots ve Armin Mueller-Stahl’in de rol aldıkları film Akbank Galaları’nda. Terrence Malick’in Altın Palmiye kazanan Tree of Life ve 2012’de çektiği To the Wonder filmleri büyük ilgi toplamıştı. Knight of Cups da bu iki film benzeri deneysel, izlenimci kolajlar aracılığıyla nefes kesici bir atmosfer yaratırken parçalı bir anlatı izliyor. Filmin adı, Tarot destesindeki “Kupa Şövalyesi”nden geliyor.

François Ozon – The New Girlfriend

Her daim yenilikçi François Ozon, son filmi The New Girlfriend ile şaşırtmaya devam ediyor. İngiliz usulü dedektif romanlarının ustası Ruth Rendell’ın aynı adlı öyküsünden uyarlanan film, San Sebastian ve St. Petersburg festivallerinden ödülle döndü. Toplumsal cinsiyet rolleri ve burjuva ahlakını sorgulayan The New Girlfriend, Ozon tarzı mizahtan da geri kalmıyor.

Jafar Panahi – Taxi

65. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı alan Taxi, Akbank Galaları bölümünde izleyiciyle buluşacak. Rejim karşıtı yönetmen Jafar Panahi’nin tüm yasaklara rağmen çektiği Taxi’de, Tahran’da bir taksiye yerleştirilen kamera, taksici ile müşteriler arasında geçen diyalogları kaydediyor. Tahran sokaklarında dolaşan taksinin şoför koltuğunda da yönetmenin kendisi, Jafar Panahi yer alıyor. Taksiye binen birbirinden farklı yolcularla yapılan röportajlarda haklın ülke gündemiyle ilgili sorulara samimiyetle verdiği cevaplar, komedi ve dram öğelerini içeriyor ve İran toplumunun samimi bir portresini çiziyor.

Thomas Vinterberg – Far From The Madding Crowd

The Hunt / Onur Savaşı ile ödülleri toplayan Danimarka sinemasının yıldız yönetmenlerinden Thomas Vinterberg’in yeni filmi Far From The Madding Crowd / Çılgın Kalabalıktan Uzak bir dönem

incelemesi. Thomas Hardy’nin aynı adlı romanından uyarlanan ve Victoria İngiltere’sinde geçen filmde bağımsız ve güçlü bir kadın olan ve birbirinden çok farklı üç adamı etkisi altına alan Bathsheba Everdene’in hikâyesini izliyoruz. Bathsheba karakterini Aşk Dersi, Muhteşem Gatsby, Sen Şarkılarını Söyle filmleriyle yıldızı parlayan genç oyuncu Carrey Mulligan canlandırıyor. Oyuncu kadrosunda Juno Temple, Michael Sheen, Matthias Schoenaerts ve Tom Sturridge de yer alıyor.

Matthew Warchus – Pride

Altın Küre’de yarışan Pride / Onur, baskılara karşı dayanışma içerisinde göğüs geren madencilerin ve onlara destek veren bir grup gey ve lezbiyenin hikâyesini anlatıyor. İngiliz yönetmen Matthew Warchus’un bu ikinci filmi Cannes Film Festivali’nde Kuir Palmiye ödülünü kazandı. Senaristi Stephen Beresford ve yapımcısı David Livingstone’a Britanya Yapımı En İyi İlk Film BAFTA ödülü kazandıran bu dayanışma öyküsü, yılın en renkli yapımlarından. Filme ilham veren LGBT aktivistleri Gethin Roberts, Nicola Field ve Mike Jackson festivalde aramızda olacak.

Film Festivali’nden öğrencilere avantajlı PasoFilm! Kart

34. İstanbul Film Festivali özelinde öğrencilere özel PasoFilm! Kart çıkıyor. Üniversite (lisans ve ön lisans) ve lise öğrencileri 20 TL karşılığında alacakları PasoFilm! Kart ile öncelikli bilet alımı, çeşitli mekânlarda festival boyunca indirim ve ücretsiz kitapçık alma hakkına sahip olacaklar.

PasoFilm! Kart’ı üniversite (lisans ve ön lisans) ve lise öğrencileri 1 Mart Pazar günü saat 10.00’dan itibaren öğrenci kimliklerini göstererek İKSV binasından alınabilir. PasoFilm! Sahipleri kendi öğrenci kimlikleriyle birlikte 27 Mart saat 13.00 itibariyle Atlas ve Rexx sinemalarındaki öncelikli bilet alma imkânından yararlanabilecekler.

Festivalle ilgili tüm bilgiler, anlık gelişmeler, sürpriz hediyeler için festivali sosyal medya hesaplarından takip edebilir, #istfilmfest15 etiketiyle sinemaseverler kendi hesaplarından festival sohbetlerine katılabilirsiniz.

istfilmfest.tumblr.com

facebook.com/istanbulfilmfestivali

twitter.com/ist_filmfest

instagram.com/istfilmfest youtube.com/user/iksvistanbul

34. İstanbul Film Festivali programının tamamı 10 Mart’ta duyurulacaktır.

İstanbul Film Festivali hakkında ayrıntılı bilgi için:

film.iksv.org

On The Road

Beat Jenerasyonu’nun öncüsü Jack Kerouac‘ın kült romanı On the Road (Yolda)’un, uzun yıllar sonra ciddi bir şekilde filme çekilmesi konusunda geçtiğimiz yıllarda –The Motorcycle Diaries’den sonra- girişimlerde bulunulmuştu. Francis Ford Coppola‘nın uzun yıllar film çekim haklarını elinde bulundurması belki de filmin çekilmesi için büyük bir şans oldu. Daha önce Johnny Depp, Brad Pitt ve Colin Farrell gibi isimlerin oynaması koşuluyla Coppola‘ya teklif sunulmasının haricinde hikaye, çekim için birçok isim arasında gitti geldi.

Rivayet odur ki Coppola, The Motorcycle Diaries‘i görüp, önce Jose Rivera‘nın senaristliğine ve daha sonra Walter Salles‘ın yönetmenliğine hayran kaldı. Ve bu filmden sonra On The Road için daha da ciddi girişimlerde bulunulmaya başlandı. Sal Paradise‘i, diğer bir deyişle Jack Kerouac‘ın alter egosunu Sam Riley ve Dean Moriarty (Neal Cassady)’i Garett Hedlund‘ın canlandırdığı filmde, bu iki isme ek olarak Kristen Stewart, Kirsten Dunst, Viggo Mortensen (William S. Borrough), Tom Sturridge (Allen Ginsberg), Amy Adams, Elizabeth Moss ve Steve Buscemi gibi isimler eşlik ediyor.

Central Do Brasil, The Motorcycle Diaries ve son olarak Linha De Passe gibi filmlerle rüştünü ispat eden Walter Salles’a senaryoda yine Jose Rivera‘nın eşlik ettiği film; dünya prömiyerini geçtiğimiz yol Cannes Film Festivali‘nde yapmıştı. Jack Kerouac‘ın yarı-otobiyografik büyüleyici romanından uyarlama demek yerine –zira yıllar boyu projeye el atmak isteyen herkesin uyarlaması konusunda ihtilafa düşülmüş, neredeyse imkansız ve de meşakatli olduğu söylenmiş– orjinaline sadık bir şekilde çekilmeye çalışılan film; Kerouac‘ın yalpalı yazınına binaen, babasının ölümünden sonra yaşama ve yazma ilhamını kaybetmiş, coşkusuz genç yazar Sal Paradise ile kompülsif derecede hazcı, amoral ve maceraperest Dean Moriarty‘nin Amerika’nın bir ucundan diğer ucuna yaptığı fiziksel ve iç yolculuklarına odaklanıyor.

“Senin yolun hangisi oğlum? Mübareklerin yolu mu, delilerin yolu mu, gökkuşağının yolu mu, süs balıklarının yolu mu, yoksa her yol mu? Herkes için her yerde bir yol var nasılsa. Kim nerde nasıl?”

on the road

Olağanüstü etki uyandıran bir akımın, bir akımın ruhunu tamamen yakalayan roman gibi filmde de yönetmen Walter Salles, tüm bu hikayenin ve yolculuğun tetikleyici etkisi Dean Moriarty‘nin hikayesiyle şekillendiriyor sahnelerini. Öyle ki Jack Kerouac da bu etkiyi kitapta “Dean Moriarty’nin gelişiyle ömrümün yollarda diye adlandırabileceğim bölümü başladı.” diyerek tanımlıyor. Caz, şiir, ayak bastıkları coğrafyanın etkisi, uyuşturucu ve bedenlerini özgürlüğe kavuşturdukları, adeta nihai kurtuluş olarak gördükleri seks çevresinde dönen yolculukları, hedonizme değen yanlarıyla olduğu kadar buhranlı vakitleriyle de bu karakterler aracılığıyla unutulmaz bir hal alıyor. Jack Kerouac‘ın caz gibi, spontane ve ‘nasıl yaşanmış/konuşulmuşsa öyle yazma’ tekniğiyle yazdığı bu yalpalı, düzensiz ve epizodik yapının peliküle gerçeğe yakın bir şekilde dökülmesi elbette ki neredeyse imkansız. Walter Salles‘ın bu noktada dönemin ve bu ruhun etkisini sağlamak ve hikayenin özüne sadık kalmak adına romandan alıntıları anlatıcı yoluyla aktarması, romanı hatırlatan bir kaç detayı sahnelere etkileyici kamera açılarıyla yedirmesi hikaye adına artı puan iken, film adına kolaya kaçılmış ve geçici bir çözümmüş havası veriyor.

Kerouac, bu spontane tekniği o ilham ve isteğin etkisi hafiflemesin diye yazına aktarırken bantlarla birbirine tutuşturduğu kağıtları daktiloya takıp yazarken, Walter Salles‘ın kurguda ve anlatısal yapıda bu tekniğe eşdeğer bir biçimi referans almaması ve sadece bu detayı göstermekle kalması filmin en dezavantajlı yanı olarak gözüküyor. Burada “..kimseye kendi kafa karışıklığımdan başka vaat edebileceğim bir şeyim yoktu” cümlelerini Kerouac‘ın bu epizodik anlatım gücünün tezahürü olarak sayabiliriz. Fakat bu anlatım filme sadece uzayıp giden dakikalar olarak yansıyor. Walter Salles‘ın, Kerouac‘ın “..hissediyorum hiç durmadan giden yolu ve yolun uçsuz bucaklığını” hissini vakiti uzatarak iletmeye çalışması tartışılabilir. Zira, romanı okuyanlar için tıpkı Kerouac gibi o yolu, o uçsuz bucaksızlığı hissetmek, onlar gibi yorgun düşmek roman için konuşulacak konuların başında gelir.

“Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz. Yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.”

Bir Jack Kerouac yazınının beyaz perdeye aktarımı mevzuu; her ne kadar romandan bağımsız bir biçimde, romanı okumadan izlenmesi namümkün olsa da, bunu yapanlar için film; özellikle William S. Burroughs‘nun alter egosu Old Bull Lee (Viggo Mortensen)’nin sahnede gözüktüğü anlar için keyifli hal alabilir, geri kalan kısımlar için de normal bir seyirlik olabilir. Fakat kitaptan haberdar, hatta hatim etmiş kısım için film; romandan içeri sadece soyut bir bakış, bir hissizlik hissiyatı yaratabilir. Ne yazık ki…

 

Jin

jin1Son olarak Kosmos‘da belirsiz bir yerden belirsiz bir zamanda belirsiz bir şeyden veya kimseden kaçarak şehre giren ve aynı şekilde şehirden kaçan meczup karakter Kosmos üzerinden aşk, isyan, hümanizm ve din keşmekeşini; üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyacak şekilde, enfes bir dille anlatan Reha Erdem, “sürecin” tam ortasına denk gelecek şekilde Jin ile çıkageldi.

Her şeyden ve herkesten kaçmak zorunda olan” Jin‘in sevmek, görmek, duymak, öğrenmek.. kısaca yaşamak için vahşi doğada geçirdiği yalnız gün ve geceleri, doğaya ve kendi yalnızlığına dönüşünü, hayata tutunmak için aradığı çıkış yollarını ve kaçış hayallerini Türk-Kürt çatışması ekseninde masalsı bir dokunuşla anlatmayı hedefleyen Erdem, gerçeklikten ayrıksı olduğu kadar gerçeğe ve hali hazırdaki bu “vahim” duruma bir o kadar da değen hikayesiyle, kendi filmografisinin belki de en sivri ama en kafası karışık yapımına imza atmış durumda.

Dağa/dağdan kaçış serüveni ve şehre gitme hayalleri ile iki ateş arasında sıkışıp kalan Jin; şüphesiz, Reha Erdem‘in A Ay‘dan bu yana kafa karışıklığı ile beslediği, düşünsel ve eylemsel bakımdan sürekli olarak arafta bıraktığı karakterlerinin bir uzantısı. Fakat bu noktada, Reha Erdem‘in anlatı biçiminin alamet-i farikalarından biri olarak hikayesinin esas ve ayrıntılarını karakterleri üzerinden (yönetmenin bakış açısı, aynı zamanda karakterin de bakış açısıymışcasına) izleyiciye nakşetme ustalığı amacına ulaşmış hissi vermiyor*. Zira Jin karakteri sahneler ilerledikçe asıl noktadan uzakta isyanını göstermekte zayıf kalıyor. Sanki Jin, iki ateş arasında kalmaktan ziyade bir yere ait olmaktansa hiçbir yere ait olmama fikrine ulaşamamanın hezeyanını duyuyor. Ve bu; filmin gerçeğe dokunan tarafına değinmek yerine sadece bakış atmayı tetikliyor.

* Burada “Kosmos – Sermet Yeşil” bağıntısını vurgulamak Jin’in izleyiciye ulaşamamasındaki sıkıntıyı anlatmakta referans olacaktır. Nitekim Reha Erdem; Kosmos karakteri için istediği gibi bir oyuncu, daha doğrusu kendisi ile izleyici arasındaki köprüyü kurabilecek oyuncuyu bulamamış olsaydı filmi çekmeyeceğini dile getirmişti.

İkinci yarısıyla birlikte yer yer Reha Erdem düsturuna bürünmeye başlayan Jin, karakterin dağa çıkış ve dağdan kaçış sebepleriyle ilgilenmeyerek burada izleyiciyi de arafta bırakıyor. Bu sebeplerin ardında Jin, dağdaki diğer Jin‘lerin timsali olmaktan çok geçmişi münasebetiyle bu kaçışlara bulandığı izlenimi bırakıyor. Belki de filmin sürece dair katkı yapacak en önemli noktası olarak bu durum merak ediliyordu. Pekala bu Reha Erdem’in tarafgir olmak istememesi ile açıklanabilir. Tıpkı acıyı resmetmek istemeyişi ve gerçekten soyut bir şekilde modern bir kırmızı başlıklı kız metaforuna başvurmak isteyişi ile açıklanabileceği gibi. Ancak unutulmamalı ki; film, gerçeğe değen bunca metaforu bünyesinde barındırıyor, ve bunca gerçek öğe hikayeye yön veriyor. Burada Reha Erdem‘in silleyi gösterip vurmaması, haliyle filmin gösterimine dek oluşan beklenti ile ters düştü.

jin3

Hikayenin bu noktadaki kara deliğinin aksine “Kötü kurt” askerin gelişi ile beraber bozulan naturalliği ve gerilla kimliğini ardında bırakıp bir tarafı ait olma yolundan çıkıp önce “nefes alma” ve kadın olabilme yoluna indiği vakitlerde karşılaştığımız dünya tasviri ise filmin en değerli yanlarından biriydi. Zira, film bu anlarda en önemli sorusunu soruyordu. “İki ateş arasında sıkışıp kaldığı dağlar (yukarısı) mı, yoksa hayallerine ulaşmak için indiği yer (aşağısı) mi daha tehlikeli?“. Öyle ki bu; herhangi bir kimliğe ve ırka sahip olmanın ötesinde, daha büyük ve önemli bir nokta. Fakat bu önemli noktaları devam ettirecek, amiyane tabirle filmi rahatlatacak sertliğin bir türlü nihayete ermemesi, üstüne filmin son çeyrek yarısına girilirken birkaç kez bitmişlik hissi yaratıp bitmemesi ve fabl’a dek uzanan son; Jin‘in, gerçekten de Şarkı Söyleyen Kadınlar‘ın hemen öncesine yerleştirilmiş (sıkıştırılmış) olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.

Jin; Reha Erdem‘in önceki işlerine nazaran daha belirgin ve göz önünde bir dünya üzerinden şekil almasına rağmen fazla “dijital” kalarak, izleyicisini bu belirginlikten uzaklaştırıp flu bir dünyaya yönlendiriyor ve sürece yönelik Reha Erdem keskinliğinde bir derinlik ve diş sızlatacak bir olgu/kurgu bütünlüğü beklentisi karşısında yetersiz kalıyor. Diğer bir deyişle Jin; “ölümü gösterip sıtmaya razı” ediyor.

Gelecek Filmler ~ Jin (Reha Erdem)

Son olarak Kosmos ile izleyicisini kendi dünyasına davet eden Reha Erdem, hali hazırda iki proje ile karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Kaç Para Kaç‘tan beri “isyanını” dile getiren Reha Erdem, Şarkı Söyleyen Kadınlar ve Jin de de merkezine isyan eden karakterleri alıyor. Hatırlarsak Kosmos‘da belirsiz bir yerden belirsiz bir zamanda belirsiz bir şeyden veya kimseden kaçarak şehre giren ve aynı şekilde şehirden kaçan meczup karakter Kosmos üzerinden Reha Erdem; aşk, isyan, hümanizm ve din keşmekeşini üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyacak şekilde, enfes bir dille anlatmıştı.

Bir röportajında yeni filmlerinden birinde yine Kosmos minvalinde, bu sefer bir kadın karakter üzerinden gidebileceğini söyleyen Reha Erdem, henüz filmin ayrıntıları kesinleşmemiş olsa da sinopsisten filmi bu yönde çektiğine dair ipuçlarını elimize veriyor. 17 yaşında; sevmek, görmek, duymak, öğrenmek.. kısaca yaşamak için isyan etmeyi seçen Jin (Kürtçe’de kadın demektir) adındaki kızın, dağlara kaçışı ile açılacak olan film; Jin‘in büyük şehir hayalleriyle süslediği yaşamına odaklanıyor. “Her şeyden ve herkesten kaçmak zorunda olan” diye lanse edilen Jin’in küçük ama sağlam vücudunun vahşi doğada geçirdiği yalnız gün ve geceleri, doğaya ve kendi yalnızlığına dönüşünü, hayata tutunmak için aradığı çıkış yollarını Reha Erdem‘in perspektifi ile görmek daha şimdiden heyecan verici.

Karakter yaratmada ne denli usta olduğunu bildiğimiz Reha Erdem; Jin‘de de amatör oyuncu Deniz Hasgüler ile çalışacak. 100 dakika uzunluğunda olacak olan film, dünya prömiyerini Berlin Film Festivali‘nin Generation bölümünde 8 Şubat’ta, Türkiye galasını ise 18 Şubat’ta !f İstanbul Film Festivali‘nde yapacak. Beklemek zor fakat; biliyoruz ki bir Reha Erdem filmini beklemek, en az onu izlemiş olmak kadar heyecan vericidir.

Tepenin Ardı

Emin Alper‘in “Mektup” ve “Rıfat” gibi kısa filmlerin ardından ilk uzun metraj deneyimi olan “Tepenin Ardı“, uluslararası yolculuğuna Berlin Film Festivali ile başlayıp Caligari ve Özel Mansiyon ödüllerini, 31. İstanbul Film Festivali‘nde de Altın Lale’yi alarak dikkatleri üzerine çekti. Ruhu şad olsun Seyfi Teoman ile başladıkları sinema serüveninde yakalamış olduğu bu kayda değer başarı; Türk sineması adına özellikle Nuri Bilge Ceylan‘ın Cannes başarılarından sonra umut verici gelişmelerden biri oldu. Kendine ve dünya görüşüne has bir üslup yaratıp, neredeyse kusursuza yakın yazdığı senaryonun geri bildirimi olarak Tepenin Ardı‘nın bu etkileyiciliği bir bakıma sürpriz de olmuyordu.

Safi Anadolu topraklarının sessiz dağ eteklerinde izole bir hayat süren Faik‘in, oğlu ve iki torununun kendisini ziyarete gelmesiyle vuku bulan hikaye; iki aile üzerinden insanın kendine düşman yaratma, öteki yapma ve bir şeylerden öteki çıkarma dezenformasyonunu “orada bir şey var” ve “onlar” algısıyla seyirciye yansıtıyor. Hiç görmediği ve tarlasında zarar verecek şekilde keçi otlattıklarına inandığı yörüklere karşı yardımcısı Mehmet ile intikam alma amacıyla küçük çaplı bir savaş başlatan Faik, “tüm olanların karşılığında, tüm olanların diyeti” diye nitelendirdiği ve “onlar“dan çaldığı “günah” keçisi ile filmin temelinde yatan ve tüm hikâyeye bir bakıma yön veren alegorinin ilk fitilini ateşliyor.

Filmin ilk yarısında Emin Alper’in ustalık kokan manevralarıyla tüm karakterleri ve her eylemlerini sessiz nüanslarla izliyoruz. Faik’in paranoya ve ön yargılarla dolu ruh halinin sonuçlarına bir çok açıdan şahit olmamız ve yan karakterlerin de hikâyeleriyle altı dolan film, an be an gizemini muhafaza ediyor. Ancak Acid western filmlerinde görebileceğimiz Vahşi Batı’nın mitleştirilmiş yaşam tarzının, şiddete meyyali ön yargıdan ve linç kültüründen beslenme geleneğinden oluşan insan motifine –özellikle erkek- sirayet edişi; aslında Emin Alper‘in bu hikaye özelinde yansıtmak istediği yegane durum olan; Türkiye’nin uzun yıllar öncesinden gelen ve halen mevcut bir şekilde süren Kürt sorununun politik bir yansıması olarak göze çarpıyor.

İkinci yarısıyla birlikte, ilk bölümde ucu gösterilen her konu ve karakter eylemlerinin tek tek demistifikasyonunu sağlayan film, git gide artan gerilimini dengelemekte sıkıntı çekmiyor. Aksine budakikalarda oyunculukların harika oluşu ve rahatsız edici atmosferin hikayeyi spektaküler biçimderesmediş şekli, filmi; belli bir noktadan sonra bir kademe daha yüceltiyor diyebiliriz. Askerliğindebaşından geçmiş olan bir takım olayların etkisini sivil yaşamında halüsinasyon şeklinde gören büyükoğul Zafer‘in trajik şekildeki ölümü; filmin başındaki “günah keçisi” metaforuna ve direkt olarak Faik’in “intikam” menşeili ruh haline atıfta bulunarak finale giden yolda filmin etkileyiciliğini tavan yaptırıyor. Estragon‘un Vladimir‘e “Gidiyor muyuz?” deyip “Evet!” cevabını alması (Godot’yu Beklerken) ilebirlikte belirginleşen o durgunluk halinin, cenaze başındaki epik konuşmasıyla Faik‘te belirmesi ise;hem tepenin ardındaki o “belirsiz” dünyaya verilen bir selam niteliğinde, hem de Emin Alper‘in kendisinin de ifade ettiği biçimde 19. yy romanlarından etkilenme biçimini gözler önüne seriyordu.

Psikolojik bir korku, bir gizem ve bir kuşaklararası aile dramı olmasının yanı sıra, atıl olan ve ataletiçinde yüzen insan varoluşunun tahmin edilebilir niceliksel bir nesne haline geldiği toplumlardasüregelen ve sürmeye devam edeceği belli olan, aynı zamanda bir o kadar da batıl normlara nederece inanılabileceğini ve insanın “dış” ile “öteki” kavramlarını kendi ham yaşayış felsefesine nedenli entegre edebileceğini kültürel ve toplumsal alegorik zeminiyle destekleyen Tepenin Ardı; gerçekten ama gerçekten değerli bir film. Avrupa Sineması’nda yükselen bir değer olan Türkiye Sineması’na yaratıcı, özgün ve politize bir bakış getirdiği konusunda hem fikir olduğum Emin Alper‘in sonraki yapıtlarını merakla beklemek elzem oldu.

Rahat uyu Seyfi Teoman…

Falja e Gjakut

“Tüm insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler”; 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Ülkesindeki kan davaları konusunda ufak bir makale hazırlayan Adela Demetja adlı üniversite öğrencisinın, evrensel beyannamedeki bu kısmın sonuna eklediği “Arnavutluk dışında.” ibaresi; Arnavutluk’taki insan hakları durumu ile kan davaları ve Kanun (Lekë Dukagjinit) yasalarının vehametini gözler önüne seriyor.

Bir ilk film olarak Maria Full Of Grace’in müthiş başarısının ardından, Joshua MarstonFalja e Gjakut (The Forgiveness Of Blood) ile 40 yıl boyunca dünyanın en katı komünist diktatoryalarından birinin hükmünde ezildikten sonra halen sefalet içinde yüzen günümüz Arnavutluk’unda 15. yüzyıldan beri süregelen Orta çağ kuralları olan Kanun yasalarının etkilerine “iki genç” üzerinden bakış atıyor. Berlin Film Festivali‘nde Gümüş Ayı kazanan film; son derece lokalize bir hikayenin ürünü olmasına rağmen bu konunun o topraklardan halen devam etmesi noktasında belgesele kayan gerçelliği ile de dikkat çekiyor.

Arnavutluk’un kırsal kesimlerinde izole bir topluluk içinde hayatlarını sürdüren Nik ve Rudina ekseninde gelişen hikaye, at arabası ile ekmek satan babalarının komşularıyla olan toprak/yer kavgasından ötürü cinayete karışması ile şekilleniyor. Kanun yasalarına göre Nik ve ailesi kayba uğrayan aileye karşı “kan borcu” altına girmiştir. Arabulucuk yapılmadığı sürece bu borcun “kısasa kısas” şeklinde olacağı ve çocuk ve kadınlara herhangi bir yaptırım olmadan sadece ailenin “erkek bireyleri” üzerinden halledileceği herkesçe bilinmektedir. Yine bu yasaların ailelere verdiği mülkiyet hakkı (!) gereğince ailenin erkek bireyleri sadece kendi evlerinde saklanabilmekte, iki aile anlaşmaya varana dek dışarı çıkmaları yasaklanmaktadır. Bu anlaşmanın süresinin ne kadar olacağı ise muammadır. Belki 3, belki 5, belki 10 sene.. Buna “toplumdan uzaklaştırma” adı verilmektedir.

Erkeklerin adeta hapis hayatı yaşamasıyla beraber tüm mesele yine tüm ataerkil toplumlarda da olduğu gibi kadınlara düşmektedir. Geçinebilmeleri için anne çalışmaya devam etmek, Rudina ise okulu bırakıp babasının işini devralmak zorundadır. Buradaki ironi ise “evin erkeği” ilkesinin ayyukaya çıkışı oluyor. Biri bilgisayar tamiri için dükkan açma hayalleri kuran, diğeri bilime meraklı Nik ve Rudina; tam da hayatlarının sıçrama evresinde bu saçma sapan orta çağ kurallarının “bedel ödeyen” tarafları oluyor. “Özgürlük mü yoksa gelenekler mi?” sorularının ardında işler git gide sarpa sardıkça, Nik ve Rudina başta olmak üzere tüm aile her biri kendi hayatının sınırlı sınırsızlığında sıkışmaya ve çaresizliğe doğru sürüklenmektedir. Tıpkı 40 yıl boyunca ülkeyi demir yumruk ile yöneten komünist lider Enver Hoxha‘nın ülkenin dört bir yanına beton duvarlar örerek dünya ile bağlantısını kesmesi gibi, aileye; dekolektivist kafaların ürünü olan duvarlar örülmekte.

Bir tarafta eski nesilin gelenekleri sürdürme konusundaki anlamsız kararlılığını, diğer taraftan ellerinden cep telefonu düşmeyen, Facebook dünyası ile haşır neşir teknolojik çağ neslinin bu saçma kurallar yüzünden kapana kısılmışlığını tarafgir olmadan ve ilk filmiyle sinyallerini verdiğini kendine has ve son derece stilize bir anlatım tarzı ile anlatan yönetmen, bu tarafsızlığı ve nakşedilen ilkel gelenek dünyası ile günümüz dünyası arasındaki anlatım dengesini koruyarak, haliyle bilindik “intikam” konularından olmayan ve gerek belgesele dokunan gerekse kurgusalı barındıran filmin, özgün hikaye çerçevesinde kalmasını da sağlamış oluyor. Marston‘un bu noktada Amerikalı olmasına rağmen oryantalist bir bakış açısı gütmemesi buna ve filmin başarılı oluşuna başlıca sebeplerden sayılabilir.

İki ana karakterin muazzam ve de ders niteliğindeki oyunculuğunun yanı sıra, görüntü yönetiminin de oldukça güçlü olması; Joshua Marston ‘ın tüm yanlarıyla filmi “iyi” kılma konusundaki başarısı takdire şayan. Türk toplumuna da hiç yabancı olmayan bir konuyu, Arnavutluk gerçeği ile dramatik bir yapıya oturtan yönetmen, ikinci filmiyle de dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Geçtiğimiz yılın arada kalmış elmaslarından biri olan  Falja e Gjakut (The Forgiveness Of Blood); izlenmeye değer oldukça başarılı bir yapım. Öyle ki Tolstoy; bu hikayeyi çok severdi!

După dealuri

Komünizmin Romanya toplumu üzerindeki aşındırıcı etkilerine “4 luni, 3 saptamâni si 2 zile” ile yoğun bir bakış atan Christian Mungiu, yetimhanede beraber büyüyen, biri Almanya’ya çalışmaya giden, diğeri kendini kiliseye adayan, sevgi bağları önceleri bir hayli güçlü iki genç kadın üzerinden adeta “unutmadık!” dercesine bir hikaye ile rejim sonrası bunaltı içindeki toplumun bireylerine odaklanmaya devam ediyor.

Romanya sinemasının son 10 yıldaki rönesansı, Çavuşesku diktatörlüğünün tematik enerjisinden hayli beslenmekte. Ama neredeyse hiç biri toplumsal normlar açısından kült seviyesine erişemedi. Dupa dealuri ise, 2007’de Cannes’da Altın Palmiye kazanan Mungiu‘nun Romanya Yeni Dalga Sineması‘nda bu mertebeye aday hayati masalı olma yolunda bir mihenk taşı niteliğinde.

Mungiu, senaryosunda sıkı bir arka plan sağlamak adına sevgi, inanç ve bireyin dini ve toplumsal özgürlüğü temalarını titizlikle işliyor. Gerçek olaylardan yola çıkarak hem iki genç kadın arasındaki bağı, hem de merkezine aldığı manastır yaşamı ile kadınların, ataerkil erkek otorite figürü ile ruhsal, duygusal ve dini bakımdan çatışmasına eleştirel bir bakış atıyor. Filmde manastır, hem dinsel aşırılık eleştirisinin mekanı hem de komünist rejim ve sonrasının totalitarizmi hakkında fikir veren sosyal kontrolün baskın olduğu bir metafor haline geliyor.

Filmin en güçlü yanlarından biri olarak yansıyan durum ise; Alina’nın, Çavuşesku döneminde adeta cehalet içinde yüzen, ve rejim sonrası da pek fazla değişmeyen bu “kafası karışık” -güya- laik toplum ile, neredeyse hükümet kadar güçlü kilise arasında kalışını mükemmel şekilde resmediliyor oluşu. Alina açıkca kaybet – kaybet durumundadır. Film, Alina‘nın bu dehlizde kayboluşundan yola çıkarak dini körlüğün kritiğini yaparken aynı zamanda laik dünyanın da eşit derecede kritiğini yapıyor. Zira, Romanya’da rejim ile büyüyen, ve rejimden sonra da ne yapacağını bilmez şekilde toplumda “dolanan” -özellikle- yetim bireylere, devlet de kilise de aşağılık derecede bir “ezilmiş” rolü biçiyor. Halk istemez (Alina’nın bakıcı ailesi ile yaşadığı probleme dikkat etmeli), kilise ise ağır yaptırımlara tabi tutar. Öyle ki, “ezilmiş ve kaybeden” rolü bahşedilmiş bu bireyler için kiliseye kabul edilmek bir şans bile sayılabilir.

Din ve devlet kurumlarının tutumları bir yana, Alina‘nın trajedisi ile beraber sunulan diğer bir trajedi ise 21. yüzyılda hala insanların ne derece cehalet içinde yüzebildiği. Yansıtılan tüm moderniteden uzakta, tepelerin ardında izole bir ortodoks toplumu da olsa, asıl gözüken; kendisini neredeyse mesih mertebesinde gösteren bir rahipe karşı sorgusuz sualsiz bir bağlılık yaşayan “sömürü” bireyleri oluyor. Mungiu, burada gerek rahip gerekse rahibelerin “niyeti” hakkında çok fazla çözümlemeye gitmeden, gerçek tehlikenin din doktrinlerinden kaynaklandığına odaklanıyor. Ayrıca alt metin olarak Romanya’da rejimden sonra kiliselere ayrılan devlet fonunun okul ve hastanelere ayrılandan daha fazla olduğuna, devletin rahip maaşlarından tutun da manastırların bakım masraflarına kadar karşıladığına (bkz. Romanian Orthodox Church) Alina’nın manastıra yapacağı bağış üzerinden dokundurması da atlanmaması gereken bir başka nüans.

Kitaptan yola çıkarak kurgulanan senaryonun hayli güçlü oluşunun yanı sıra Mungiu, filmde sinemasal tarzını önceki işlerinin de üstünde bir teknik altyapıya oturtarak gerçeklik ve alegori arasında bir uyum sağlıyor. öyle ki beslendiği akımın tüm sinematik araçlarından tam olarak yararlanıyor. film, zaman zaman izleyene sanki uzunca bir montajmış hissi veriyor. neredeyse hiç bir kesme ve kamera hareketi olmadan uzayan sahneler film izlemekten ziyade karakterlerin yanında yer alıyormuşcasına doğallık hissi veriyor. Ancak bu noktada filmin, kendini sabır gerektirici düzeye çektiğini de belirtmek gerekir.

Mungiu‘ya önceki filmlerinde de eşlik eden görüntü yönetmeni Oleg Mutu‘nun yer yer konvansiyonel çekim anlayışından uzak bir tarz (Özellikle Alina’nın çarmıha bağlandığı sahne) seçerek sunduğu uzun ve hummalı bir dramatize ile bürünmüş sekanslar, ekranda gösterilen ile seyircinin algıladığı şey arasında paralellikten çok direkt bir bağıntı kuruyor. Bu anlarda gösterilen şiddet de olsa, bu şiddet karakterlerin de izleyicinin de tanık olduğu gerçeklik dahilinde sunulur. Bu bağıntı, Alina‘nın adeta “orta çağ” fikirli din görevlileri tarafından maruz bırakıldığı trajediyi anlamamız açısından önemli bir hal alıyor. Mungiu’nun sinemasal bir alan oluşturmak adına tepelerin ardında bir manastırı kullanması, Oleg Mutu‘nun da bu Rumen kırsalında yakaladığı statik ve güçlü pozların da bu kasvetli ve “gerçek” ortamın yaratılması adına en önemli etkenlerden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sonuç olarak Cannes zaferinden bu yana dikkatleri üzerine çeken ve herkesin merakla beklediği bir film yapan Christian Mungiu; oldukça narin ve gerilimli bir senaryo ile din doktrinlerinin fiziksel teröre ulaşan cehaleti ile totaliter toplumsal güç ve çaresizlik betimlemelerini ataerkil düzende kadınlar üzerinden oldukça uzun bir seyirde anlatıyor. Bunu sadece korku ve tahakküm üzerinden yapmıyor, izleyicinin vicdanıyla arasında sorular sordurmayı ihmal etmiyor. Geriye film üzerine düşünmek kalıyor..

Jagten

Lars Von Trier ile birlikte başlattıkları Dogme 95 akımı ile kendinden söz ettiren ve 1998 yılında çektiği Festen ile Cannes‘da Jüri Özel ödülü alarak uluslararası camiada tanınan Thomas Vinterberg, o gün bugündür fazlaca kayda değer ve tabiri caizce pek “sağlam” olmayan, kusurlu işlerin ardından Submarino ile verdiği dönüş sinyallerini, Mads Mikkelsen‘e bu yıl yine Cannes Film Festivali‘nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran Jagten ile iyiden iyiye hissettirmeye başladı. ’98 yılı için film çekimi açısından bir hayli zor kuralları bünyesinde barındıran bir akımın (bkz. Dogme 95) ilk örneği olarak Festen‘i çekerek bir hayli cesur davranan Vinterberg, yine belli bir türün peşinden gitmese de gerek prodüksiyon olarak gerekse kurgu ve sinematografi olarak da sinemasına yenilikçi bir “sinir bozucu” yapımı daha kazandırmayı başardı.

Zorlu bir boşanma süreci geçiren Lucas (Mads Mikkelsen), küçük bir kasabada anaokulu eğitmeni olarak hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır. Bir grup samimi arkadaşının yanı sıra, oğlunu da yanına almaya çalışan Lucas, kasabada gayet saygı gören, sevilen popüler bir kişidir. En yakın arkadaşı Theo (Thomas Bo Larsen)’nun küçük kızı Klara başta olmak üzere, anaokulundaki diğer çocuklar ile baba-oğul / baba-kız seviyesinde ilişkisi olan Lucas‘ın hayatı Klara‘nın kendisine yönelttiği beyaz yalan ile bir anda cinsel taciz suçlaması ile karşı karşıya kalır ve etrafında adeta bir “hedef“, bir “av” haline gelmeye başlar.

Kasım’ın ortasında bir göl sahnesiyle son derece samimi bir şekilde açılan film, kışın bastırmasıyla beraber Lucas için de son derece zorlu koşulları beraberinde getireceğini belli edercesine sert bir tabakaya oturtuyor kendini. Tam da hayatını yeniden düzene sokmak üzere olan bir adamın sert düşüşünün ilk belirtileriyle beraber hikaye, Lucas için olduğu kadar izleyici için de gergin bir hal alır. Zira Vinterberg‘in, Lucas‘ın masumiyetini izleyiciye berrak ve su götürmez bir gerçek şeklinde yansıtmayı seçmesi, hem bu gerginliğin baş etmeni hem de filmin en güçlü yanlarından biri oluyor. Gitgide toplumun geri kalanına karşı yalnız kalan Lucas, duygusal olarak da toplumsal olarak da kendini amansız bir mücadelenin içinde bulur.

Açılış sekansının naifliği bir yana dursun, birbirine bu denli sıkı sıkıya bağlı toplum bireylerinin karanlık ve değişebilir yüzünü bir çocuğun alelade sözlerine körü körüne inanmanın saçmalığıyla eşdeğer şekilde yansıtan Vinterberg, genel manada dostlukları, ilişkileri ve beklenebilir ölçüdeki sadakati toplumsal normlar eşiğinde sorguluyor. Bu noktada Klara‘nın ve çevredeki tüm alakalı karakterlerin “çocuk istismarına” karşı verdikleri tepkiler ilk anda kabul edilebilir bir gerçek iken, Klara‘nın söylediklerini inkar edip, “aptalca sözlerdi” savunmalarına rağmen anaokulu müdürü-psikoterapist-Agnes (Klara’nın annesi) üçlüsünün Klara‘nın zihninde yarattığı “sahte anı sendromu” ile hikaye, bir kez daha tarafında kalıyor. Lucas‘ın masumiyeti filmin her anında kol gezmesine ve seyircinin baştan beri hikayeyi tetikleyen tüm olayları ayan beyan görmesine rağmen diğer karakterlerin bunun farkında olmaması da Vinterberg‘in gerçek hayattaki benzer olayların yankılarını güçlü bir şekilde yansıttığına delalet ediyor.

İki saat içinde bireyler arasındaki dostluk, sevgi ve sadakat bağlarının sıkı sıkıya olduğu bir dünya ile, dedikodular [Klara’nın “aptalca şeyler söyledim, ama kimse söylediğimin gerçek olduğuna inanmayacak demesi.] yalanlar ve batıl inanışlar [Ailelerin çocukların her zaman doğru söylediğine inanması vurgusu.] ile bezeli başka bir dünya tasviri sunan Vinterberg, günümüz toplumunda bu olguların ne derece hızlı bir şekilde yayılabildiğini, ne derece etkili olabildiğini ve  yine aynı toplumun sevilen bireyinin bir anda “parya” haline gelişini Dogme gerçelliğinde, diegetic ses kurgusu yardımıyla yerli yerinde ve hiçbir abartıya kaçmadan anlatıyor.

Sonuç olarak bir adamın ani “düşüşünü” ve hakikaten de -Türkçe’ye çevrilen adına mütenasıp- “onur savaşını” insan doğasına sert inen bir yumruk niteliğindeki dürüst bir hikayeyle, sinir bozucu bir gerginlikte izliyoruz. Ve geriye kalan yegane sevindirici şey, Vinterberg‘in “kesin dönüşünü” kutlamak oluyor.

2013 Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Aday Adayları

26 Şubat 2013′de sahiplerini bulacak olan Oscar’lar için tüm kategorilerde tahminler, tüyolar ve başlı başına tüm “dedikodular” filizlenmeye başladı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da en çekişmeli yarışa sahne olacak kategorilerden biri de Yabancı Dilde En İyi Film kategorisi. Kategori için, önce tüm ülkelerin film listeleri, daha sonra 9 filmlik bir liste ve son olarak finale kalacak olan 5 filmlik seçki için ülkelerin Oscar’a gönderecekleri filmler yavaş yavaş şekillenmekte.

AmourPieta ve Dupa Dealuri gibi Cannes ve Venedik Film Festivallerinden ödülle dönen filmlerin  Oscar için adaylıklarının açıklanması kıyasıya bir yarışın olacağını da belli eder nitelikte.

Afganistan: Syngue Sabour (The Patience Stone), Atiq Rahimi
Arnavutluk: Pharmakon, Joni Shanaj
CezayirZabana!, Saïd Ould Khelifa
ArjantinInfancia Clandestina (Clandestine Childhood), Benjamín Ávila
ErmenistanIf Only Everyone, Nataliya Belyauskene
AvustralyaLore, Cate Shortland
AvusturyaAmour (Love), Michael Haneke
AzerbaycanButa, Ilgar Najaf
BangladeşGhetuputra Komola (Pleasure Boy Kamola), Humayun Ahmed
BelçikaÀ perdre la raison (Our Children), Joachim Lafosse
Bosna HersekDjeca (Children of Sarajevo), Aida Begic
BrezilyaO Palhaço (The Clown), Selton Mello
BulgaristanKecove (Sneakers), Ivan Vladimirov and Valeri Yordanov
KamboçyaLost Loves, Chhay Bora
KanadaRebelle (War Witch), Kim Nguyen
ŞiliNo, Pablo Larraín
ÇinCaught in the Web, Chen Kaige
KolombiyaEl Cartel de los Sapos, Carlos Moreno
HırvatistanLjudožder vegetarijanac (Cannibal Vegetarian), Branka Schmidta
Çek CumhuriyetiVe stínu (In The Shadow of the Horse), David Ondříček
DanimarkaEn Kongelig Affære (A Royal Affair), Nikolaj Arcel
Dominik CumhuriyetiJaque Mate (Check-Mate), José María Cabral
EstonyaSeenelkäik (Mushrooming), Toomas Hussar
FinlandiyaPuhdistus (Purge), Antti Jokinen
FransaIntouchables (The Intouchables), Olivier Nakache and Eric Toledano
GürcistanKeep Smiling, Rusudan Chkonia
AlmanyaBarbara, Christian Petzold
YunanistanAdikos kosmos (Unfair World), Filippos Tsitos
GrönlandInuk, Mike Magidson
Hong KongDuo Mingjin (aka Dyut Ming Gam)(Life Without Principle), Johnnie To
MacasristanCsak a szél (Just the Wind), Benedek Fliegauf
IzlandaDjúpið (The Deep), Baltasar Kormákur
HindistanBarfi!, Anurag Basu
EndonezyaSang Penari (The Dancer), Ifa Isfansyah
IsrailLemale Et Ha’Chalal (Fill The Void), Rama Burshtein
ItalyaCesare deve morire (Caesar Must Die), Paolo and Vittorio Taviani
Japonya: Kazoku no kuni (Our Homeland), Yong-hi Yang
Kazakistan: Zhau Zhurek Myn Bala (Myn Bala: Warriors of the Steppe), Akan Satayev
Kenya: Nairobi Half Life, David Tosh Gitonga
LetonyaGolfa straume zem ledus kalna (aka Golfstrim pod aysbergom)(Gulf Stream Under the Iceberg), Yevgeny Pashkevich
LitvanyaRamin, Audrius Stonys
Makedonya: Treto poluvreme (The Third Half), Darko Mitrevski
MeksikaDespués de Lucía (After Lucia), Michel Franco
FasMort à vendre (Death for Sale), Faouzi Bensaïdi
HollandaKauwboy, Boudewijn Koole
NorveçKon-Tiki by Joachim Rønning and Espen Sandberg
FilistinLamma Shoftak (When I Saw You), Annemarie Jacir
PeruLas Malas Intenciones (The Bad Intentions), Rosario García-Montero
FilipinlerBwakaw, Jun Lana
Polonya80 milionów (80 Millions), Waldemar Krzystek
PortekizSangue do meu Sange (Blood of My Blood), João Canijo
RomanyaDupă dealuri (Beyond the Hills), Cristian Mungiu
RusyaBelyy Tigr (White Tiger), Karen Shakhnazarov
SırbistanKad svane dan (When Day Breaks), Gorana Paskaljevića
SlovakyaAž do mesta Aš (Made in Ash), Iveta Grófová
Slovenya: Izlet (A Trip), Nejc Gazvoda
Güney AfrikaUmfaan (Little One), Darrell Roodt
Güney Kore: 피에타 Pieta, Kim Ki-Duk
İspanyaBlancanieves, Pablo Berger
İsveçHypnotisören (The Hypnotist), Lasse Hallström
İsviçre: L’enfant d’en haut (Sister), Ursula Meier
TayvanTouch of the Light, Chang Rong-ji (aka Chang Jung-chi)
TaylandFon Tok Kuen Fah (Headshot), Pen-Ek Ratanaruang
TürkiyeAteş’in Düştüğü Yer (Where the Fire Burns), İsmail Güneş
UkraynaFirecrosser, Mykhailo Illienko
UruguayLa Demora (The Delay), Rodrigo Plá
VenezuelaPiedra, Papel o Tijera (Rock, Paper, Scissors), Hernán Jabes
VietnamMùi cỏ cháy (The Scent of Burnt Grass), Nguyễn Hữu Mười

İran: İran, bu sene Oscar’ı boykot etme kararı aldı.

 

 

 

Atmen

Belki de nefes almak, Albert Camus‘nün dediği gibi yargılamaktır hayatı, sonsuza dek. Geçmiş ile gelecek arasında, şimdinin ise flu olduğu bir dehlizde, almayı sürdürdüğü sürece insanın hayatına bir şeyleri “veren“, aynı zamanda hayatlarından bir şeyler “alan” bu varoluşsal mecburiyet kuşkusuz Roman için de farklı bir şekilde tezahür etmeyecekti. Ondan öncelikle annesini alan, karşılığında yetimhane ve sonrasında ıslah evinde devam eden bir süreci veren hayat için Roman, fazla beklenti içinde değildir. Fakat, nefes almayı sürdürdüğü sürece beklemenin de kendisiyle geleceğini, ıslah evine düşmesine sebep olan olay ile her gün yüzleşmek zorunda kaldığında anlayan Roman, “yargılamaya” geçmişiyle başlamak durumundadır..

Yabancı Dilde En İyi Film ödülü alan Die Fälscher‘in başrolü Karl Markovics‘in ilk yönetmenlik deneyimi olan Atmen, yetimhanede büyüyen ve öfke kontrolü sebebiyle arkadaşının ölümüne sebebiyet vererek ıslah evine düşen 19 yaşındaki Roman‘ın rehabilite sürecindeki dramatik yaşamına odaklanıyor.  Şartlı tahliye için kendisini kanıtlaması gereken Roman’ın cenaze işlerinde çalışması ile, annesini arama dönemi arasında iki farklı hikaye hattı üzerinden ilerleyen Atmen, yaşam ve ölüm üzerine  sessiz,kasvetli ve sürükleyici bir karakter çalışması.

İlk yönetmenlik deneyimi için -nadir görülür bir şekilde- fazlaca usta işi manevraları filmden eksik etmeyen Karl Markovics, Das Weisse Band ve son olarak Michael ile süren sosyo-gerçekçi ve minimal anlatımın izinden giderek, bir taraftan Roman‘ın iç kargaşasını göstermek adına diyaloglara sırt vermiyor, diğer taraftan ise kamerasını ıslah evinde konuşlandırdığı anlarda kasvetli bir atmosfer yaratmak adına -Viyana’nın mimari ve kentsel yapısını da kullanarak- izleyiciye agorafobi aşılamak pahasına cesur sularda yüzüyor. Tüm bu kasvetli ve alabildiğine “solunumsuz” görüntülerin yanında, Roman‘ın “nefes alabildiği” anları yer yer mavi ve gri renk paletlerini kullanarak berrak ve soğuk bir şekilde imgeleyen yönetmen, Roman gibi izleyicinin de kaybolup gittiği anlarda hikayeye adeta bir “nefes” veriyor.

Heyecan verici geniş açı çekimleri ve kasvetli ortam yaratma becerisiyle Karl Markovics, Thomas Schubert‘in muazzam oyunculuğunu, görüntü yönetimi ve senaryonun neredeyse deliksiz halinin pozitif etkisini yanına alıp, fazlasıyla sıkıcı ve didaktik olabilecek bir konuyu iyi bir noktada bırakmayı başarıyor. Ve belki de bize de suyun dışında da nefes almaya çalışan bir balık timsali Roman Kogler nezninde Camus‘nün sorduğu gibi “hayatın yaşamaya değer olup olmadığını” nefes almak üzerinden sorgulatıyor.