Falja e Gjakut


“Tüm insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler”; 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Ülkesindeki kan davaları konusunda ufak bir makale hazırlayan Adela Demetja adlı üniversite öğrencisinın, evrensel beyannamedeki bu kısmın sonuna eklediği “Arnavutluk dışında.” ibaresi; Arnavutluk’taki insan hakları durumu ile kan davaları ve Kanun (Lekë Dukagjinit) yasalarının vehametini gözler önüne seriyor.

Bir ilk film olarak Maria Full Of Grace’in müthiş başarısının ardından, Joshua MarstonFalja e Gjakut (The Forgiveness Of Blood) ile 40 yıl boyunca dünyanın en katı komünist diktatoryalarından birinin hükmünde ezildikten sonra halen sefalet içinde yüzen günümüz Arnavutluk’unda 15. yüzyıldan beri süregelen Orta çağ kuralları olan Kanun yasalarının etkilerine “iki genç” üzerinden bakış atıyor. Berlin Film Festivali‘nde Gümüş Ayı kazanan film; son derece lokalize bir hikayenin ürünü olmasına rağmen bu konunun o topraklardan halen devam etmesi noktasında belgesele kayan gerçelliği ile de dikkat çekiyor.

Arnavutluk’un kırsal kesimlerinde izole bir topluluk içinde hayatlarını sürdüren Nik ve Rudina ekseninde gelişen hikaye, at arabası ile ekmek satan babalarının komşularıyla olan toprak/yer kavgasından ötürü cinayete karışması ile şekilleniyor. Kanun yasalarına göre Nik ve ailesi kayba uğrayan aileye karşı “kan borcu” altına girmiştir. Arabulucuk yapılmadığı sürece bu borcun “kısasa kısas” şeklinde olacağı ve çocuk ve kadınlara herhangi bir yaptırım olmadan sadece ailenin “erkek bireyleri” üzerinden halledileceği herkesçe bilinmektedir. Yine bu yasaların ailelere verdiği mülkiyet hakkı (!) gereğince ailenin erkek bireyleri sadece kendi evlerinde saklanabilmekte, iki aile anlaşmaya varana dek dışarı çıkmaları yasaklanmaktadır. Bu anlaşmanın süresinin ne kadar olacağı ise muammadır. Belki 3, belki 5, belki 10 sene.. Buna “toplumdan uzaklaştırma” adı verilmektedir.

Erkeklerin adeta hapis hayatı yaşamasıyla beraber tüm mesele yine tüm ataerkil toplumlarda da olduğu gibi kadınlara düşmektedir. Geçinebilmeleri için anne çalışmaya devam etmek, Rudina ise okulu bırakıp babasının işini devralmak zorundadır. Buradaki ironi ise “evin erkeği” ilkesinin ayyukaya çıkışı oluyor. Biri bilgisayar tamiri için dükkan açma hayalleri kuran, diğeri bilime meraklı Nik ve Rudina; tam da hayatlarının sıçrama evresinde bu saçma sapan orta çağ kurallarının “bedel ödeyen” tarafları oluyor. “Özgürlük mü yoksa gelenekler mi?” sorularının ardında işler git gide sarpa sardıkça, Nik ve Rudina başta olmak üzere tüm aile her biri kendi hayatının sınırlı sınırsızlığında sıkışmaya ve çaresizliğe doğru sürüklenmektedir. Tıpkı 40 yıl boyunca ülkeyi demir yumruk ile yöneten komünist lider Enver Hoxha‘nın ülkenin dört bir yanına beton duvarlar örerek dünya ile bağlantısını kesmesi gibi, aileye; dekolektivist kafaların ürünü olan duvarlar örülmekte.

Bir tarafta eski nesilin gelenekleri sürdürme konusundaki anlamsız kararlılığını, diğer taraftan ellerinden cep telefonu düşmeyen, Facebook dünyası ile haşır neşir teknolojik çağ neslinin bu saçma kurallar yüzünden kapana kısılmışlığını tarafgir olmadan ve ilk filmiyle sinyallerini verdiğini kendine has ve son derece stilize bir anlatım tarzı ile anlatan yönetmen, bu tarafsızlığı ve nakşedilen ilkel gelenek dünyası ile günümüz dünyası arasındaki anlatım dengesini koruyarak, haliyle bilindik “intikam” konularından olmayan ve gerek belgesele dokunan gerekse kurgusalı barındıran filmin, özgün hikaye çerçevesinde kalmasını da sağlamış oluyor. Marston‘un bu noktada Amerikalı olmasına rağmen oryantalist bir bakış açısı gütmemesi buna ve filmin başarılı oluşuna başlıca sebeplerden sayılabilir.

İki ana karakterin muazzam ve de ders niteliğindeki oyunculuğunun yanı sıra, görüntü yönetiminin de oldukça güçlü olması; Joshua Marston ‘ın tüm yanlarıyla filmi “iyi” kılma konusundaki başarısı takdire şayan. Türk toplumuna da hiç yabancı olmayan bir konuyu, Arnavutluk gerçeği ile dramatik bir yapıya oturtan yönetmen, ikinci filmiyle de dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Geçtiğimiz yılın arada kalmış elmaslarından biri olan  Falja e Gjakut (The Forgiveness Of Blood); izlenmeye değer oldukça başarılı bir yapım. Öyle ki Tolstoy; bu hikayeyi çok severdi!

26 Kas 2012 tarihinde Film Kritikleri içinde yayınlandı ve , , , , , , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. 2 Yorum.

  1. Yeni yazı tipiyle blogunuz daha bir güzel beyfendi. Yazılarınızı çok beğenerek takip ediyoruz. Seviyoruz.

Yorum bırakın