Blog Arşivleri

Oslo, August 31st.

Kişiyi “attan düşmüşten beter eden” filmlerin en büyük özelliği ve güzelliği belirli aralıklarla çıkıp gelmeleridir. Gelirler, orada dururlar ve tüm ihtişamlarıyla izlenmeyi beklerler. Ne zaman ki fondan yazılar geçmeye başlar, oturduğunuz koltuğa bir kişi daha rahatlıkla sığabilir duruma gelirsiniz. “İzlemekle iyi mi yaptım, yoksa kötü mü?” muhasebesini yapmaya kalmadan sinemadan çıkmış insan formuna girersiniz. –En azından benim bir filmi zihnime oturtabilmem için yaptığım şekliyle– günlerce üzerinde düşünürsünüz. Üzerine bir şeyler yazmaya yeltenirsiniz, olmaz..

Birkaç cümle yazma niyetiyle işgal ettiğiniz zihniniz de filmin hissettirdiklerini kapalı kavanoza tıkamak misali cümlelere sıkıştırmayı göze alamaz. Dediği gibi Barış Bıçakçı‘nın “… seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır.” Vardır, ve onları kesinlikle o cümlelere sığdıramazsınız. Oslo, August 31st; benim için tüm bu tanımları bünyesinde barındıran bir diğer film oldu. Daha önce A Ay, Noi Albinoi, Krótki film o milosci, Anayurt Oteli, Kosmos, Biutiful ve diğer adını sayamadığım bir çok filmde olduğu gibi.

Oslo, August 31st; uyuşturucu bağımlılığı yüzünden rehabilitasyon merkezinde kalan Anders (Anders Danielsen Lie)’in bir gününe odaklanıyor. Geçmişte yaptığı hatalar ensesinde boza pişirirken, Anders; daha ilk dakikadan tutunacak bir şeyinin olmadığını bize gösteriyor. Öyle ki; büyükçe bir taş parçasıyla nehirde intihar etmeye kalkışarak kendisi için bir günlük de olsa yaşanılacak bir dünya göremediğini, adeta “hayat beni kaybetmekle hiç birşey ziyan etmeyecekti” bakışlarıyla anlatıyordu.

Kız kardeşini, eski arkadaşlarını, eski kız arkadaşını dolambaçlı bir yolda arayıp tutunmaya çalışan Anders, tüm bu hengamelerin arasında bir de iş görüşmesi yaparak kendisi için bir şeyler dener. Pişmanlıkları, üzüntüleri ve derin mutsuzlukları; kasvetli ama yer yer umut bahşeden Oslo görüntüleriyle ekrandan birebir izleyiciye tesir ediyor. Anders, deniyor, arıyor, fakat bir dal bulamadıkça adımları yavaşlıyor. Ve kendisinin de izleyicinin de endişe ile beklediği sona, kendisini piyanıo çalarak hazırlıyor..

Joachim Trier‘in tarzı; benimsediği sinema formları çerçevesinde izleyiciyi mest edecek türden bir yaklaşım. Ultra-yakın çekimler, tüm ışık huzmelerini yerli yerinde kullanışı, kuzeyin kasvetini iliklerimize dek hissettirmesi, soluk tek planlar, benimsediği cinema-verite janrı ve bir durumu anlatacakken çuvaldızı izleyenin en hassas noktasına batırma alışkanlığı. Filmde de hikayesini anlatırken tüm uyuşturucu bağımlılığı filmlerinin klişelerinin aksine; kamerasını yoksul ve kaderin sillesini yemiş karakterler yerine orta-üst sınıfa mensup Anders‘e yönelterek; zengin ve refahı yerinde olan insanların da modern toplumda “insanlardan bağımsız” bir bağımlı olabileceğini gösteriyor.

Anders’in solgun ve üzgün gözlerle Oslo sokaklarındaki “hayalet” izlenimi vermesi, bir kafede yalnız başına oturup sadece etraftan gelen sesleri dinleyerek –adeta Le feu follet’e çakılan güçlü bir selam olarak– duyduğu üzüntü ve başkalarıyla olan bağlantı yeteneksizliğinin yansıması, basit ama çok şey gösteren dolly çekimler; hem Trier’in muazzam tarzı hakkında izlenimler verirken, hem de Anders Danielsen Lie‘nin güçlü oyunculuğunu da bir kez daha önümüze seriyor.

Film için çok şey daha söylemeye hacet yok aslında. Ben “attan” düştüm, ve bir daha ata binmek için zaman gerek. Düştüm, düştüm ama düşerken ne gördüğümü ise izleyen ve izleyecek olan herkesin de dikkatini hemen çekeceği malum iki sahne olarak özetleyebilirim. Birincisi Le gamin au velo‘dakinden daha kısa ama heyecan verici olan bisiklet sahnesi ve bana yıllar sonra Thirty Two Short Films about Glenn Gould‘dan bir kısa filmi hatırlatan muazzam cafe sahnesi.

Tavsiyem; bu attan düşün.